27 Aralık 2010 Pazartesi

özden ve minimoylar sahnelerde

bu mini:















bu da moy:






















**mutlu son**

katkılarından dolayı ufuk ve gökçe'ye teşekkürler:)

25 Aralık 2010 Cumartesi

fıkra

- e hoca durur mu, basmış cevabı;
kendini başkaları ile birlikte daracık bir kaba koyduğuna şaşmıyorsun da,
orada nefessiz kalışına mı şaşıyorsun.

19 Aralık 2010 Pazar

kış beni ele geçirdi

16 Aralık 2010 Perşembe

silahsizlan

gecen gun bir haber okudum. haber tbmm'ye sunulan bir yasa tasarisi ile ilgiliydi. kimin neden ve nasil bir guduyle talep edecegini bir turlu anlayamadigim tasarinin icerigi, hayvanlari kapsiyor.tabi sadece yuzeyde.
**
tasariya gore, birinin bahcesine girip ciceklerine ya da herhangi bir seye zarar veren bir hayvan, bahce sahibi tarafindan oldurulebilecek.
bahceye giren, yan komsunun hayvani dahi olabilir, sirf cimenlere sictigi icin bundan sonra yasayip yasamayacagi bahce sahibinin inisiyatifine kalmis.
**
bizim cocuklugumuzda 'yapma yavrum gunah' diye bir uyarı cumlesi vardi. bu cumle, sirf merakla gudulu cocuk aklimiza uyup, bir kediye tas attigimizda, bir saksidan cicek koparttigimizda, kendimizden kucuk bir cocuga hircin davrandigimizda gelip buluverirdi bizi. gunumuz modern annelerinin inanisinin tersine, buyudukce, allah korkusu olarak degil, vicdan olarak yer edindi bu cumle icimizde.
ergenligin kafa karisikligini atlattiktan sonra dinin kiskacindan da kurtulabildik pek ala cogumuz. ama kendinden kucuk, gucsuz olana zarar vermememiz gerektigini de unutmadik.
simdi yasalarimizi ne tur insanlar belirliyor ve ne gibi bir nefretle bu tip onerilerde bulunuyorlar anlamak mumkun degil...
..derken. yeni ve yine kotu bir haber daha dustu gundeme. silahlanma ile ilgili bir diger yasa tasarisi. bu 'nacizane' tasarinin icerigi de pek enteresan dogrusu, silah bulundurma yasini 18'e indirirken, isteyen herkese de 2'sini yaninda tasiyabilecegi 5 silah edinme hakkini veriyor.
dusunuyorum, nasil bir ulkede yasiyor olabiliriz ki kendimizi savunmak icin her birimiz 5'er silah edinme ihtiyaci duyalim. ya da nasil insanlara donusturulmeye calisiliyoruz da oldurme ihtiyacimizi 1 silahin kesmeyecegi dusunuluyor.
**
genel anlamda paranoyak dusunceye yatkin biri oldugumu bildigim icin bundan uzak durmaya calisirim her zaman. cunku bir kere olaylari birlestirip komplo teorileri uretmeye baslarsaniz objektiflikten buyuk bir hizla uzaklasırsınız ve geri donmek hic de o kadar hizli olmaz. bu yuzden, hayvan haklarini hice sayan tasariyi okudugumda, bunun art niyette barindirma olasiliginin yaninda, sadece
duyarsizlasmis ve kisisel haklarina odaklanmis bir grup sevgi yoksununun, ne yaptigindan habersiz cikardigi bir tasari olabilecegi ihtimalini aklima getirmeyi tercih ettim sik sik. ama ardindan duydugum bu ikinci haberden sonra beynim iyi niyet dusunceleri uretmekten hazetmemeye basladi. ortada halkin vicdanini koreltmeye yonelik ciddi adimlar yer aliyor. bir sure sonra pek cok evde silah bulundurulmaya baslanacak. ve bir gun biri bahcesinde kosan o kopege ates etme hakkinin oldugunu hatirlayacak. sonra hayvanlarin oldurulmesi bir kesim icin gayet normal karsilanir olacak. diger yanda, birkac ay once bir kediyi tekmeleyerek olduren genci 'ayni sekilde oldurmek isteyen hayvan severlere' benzer bir kitle olusacak. ve bu ikisinin sentezinden hayvani da, insani da oldurmeyi olagan karsilayan bir nesil yetisecek.
**
uydurdugum bu en basit komplo teorisinde bile, ulasilirligi zamanla herkes icin daha kolay hale gelecek silahlarin, oyun oynayan 2 cocugun, kiz arkadasini ust siniftaki bir oglanla eglenirken goren ergenin, din-dil-irk farkliliklari yuzunden birbirinden nefret eden 2 yetiskinin eline gectigini varsaymak istemiyorum. dusunmek bile uzucu cunku.
**
diyecegim o ki,
gunah yavrum yapmayin!
**

15 Aralık 2010 Çarşamba

hersey cok guzel olabilir

suda erimis c vitaminimi yudumlarken
bacaklarimi sehpaha uzatmis
beirut dinliyorum ya!
hani butun gece konustum..
ve su hayattaki sayili 'dost'larimdan biri icerde uyuyo ya,
mutluyum.

7 Aralık 2010 Salı

kisaca

sahilde yuruyor
kafasindaki on'ca seye ragmen
kulagindaki muzige ayak uydurarak

28 Kasım 2010 Pazar


tekrar yukari tirmanabilmek icin asagi kadar inmek mi gerekir?
tekrar kendini sevmek icin once nefret etmek mi lazim?

20 Kasım 2010 Cumartesi

huzur cemberi


Uyandim. Perdeleri iki yana cekilmis kocaman pencereden, pespembe bir gokyuzu gorunuyordu. Ve bir catinin ucu. Tek bir catinin. Gokyuzunde pembenin binbir tonu birbirine bulasmisti. Oradan zihnime bulasip, gulumsememe neden oldu. Gozumu kapatmak istemedim ama uyku zorla indirdi goz kapaklarimi. Uyudum. Perdeleri iki yana cekilmis kocaman pencereden, pespembe bi gokyuzu gorunuyordu. Ve bir catinin ucu. Gulumsedim. Cok guzel bir goruntuydu. uyanmak istemedim ama pembe bir isik goz kapaklarimi itiyordu. Uyandim. Perdeleri iki yana cekilmis koskocaman bir pencereden, pespembe bir gokyuzu gorunuyordu. Ve bir catinin ucu..

17 Kasım 2010 Çarşamba

iyi bayramlar



koskocaman 9 gunluk bayram tatilimiz vardi, ne guzel. ilk gunden kosarak geldim memleketime, anamin babamin yanina. ne mi isim var?
valla son bir yil biraz gerilimi yuksek gecti bizim ailede. babaannem öldü, babam ciddi bir ameliyat gecirdi, üzerine ablamın evlenme planları içinde olduğu alman bi sevgilisi olduğunu öğrendiler derken. tek başına kısa sürede atlatılacak bu olaylar birkaç aya sığınca, üşüttüler ikisi birden kafaları. e kafalar üşüyünce bi şeylere sarmaları da kaçınılmazdı tabi. her fırsatta yardıma koşan çocuk olarak ilk bana sarmalarına da şaşırmamam lazım sonuçta. şaşırmadım da olaylar ilk başladığında ama birkaç ay ayak diredikten sonra ben de şaşırdım sonunda. hele de böyle uzun bir tatili yanlarında geçirmeye çalışınca, epey şaşırdım gerçeğimi gerçekten. onların hastalıklı gerçeklik kafası bana da bulaştı. aralıksız uyumak istiyorum şimdi, beynim durdu ve vücudum başka savunma stratejisi bulamıyor maalesef.
aile, sen ne acaip şeysin.

12 Kasım 2010 Cuma

tespit

eskiden oturup geceler boyu sohbet edebildigimiz dostlarimiz vardi
simdi alkolun yaninda hizlica tukettigimiz senkahkaha arkadaslarimiz var

25 Ekim 2010 Pazartesi

ornitto iş başında

-harrkulade(okan bay. okuyuşuyla) bir haftasonu geçirdim. can sıkıntısı, sinir patlamaları, iç sıkıntıları, başka boyutlarda geçen rüyalar arasında önce yüksek lisansa başlamaya sonra da 6 aylığına yurt dışına gitmeye karar verdim. şimdi de naçizane son kararımı paylaşmak isterim. birazdan gidip bi loto toto bişey oynıym diyorum. 'bi kere gidip oynamışlığım yok, kesin çıkar bana' geyiğini yapmadan da hiç bi yere gitmiyorum.hıh.
+havan kime güzelim?

22 Ekim 2010 Cuma

artık gerçek bi 'vespa lover' ım

istanbul trafiğinde motor kullanmak çok eğlenceli. bildiğin packman oynamak gibi.
taşıtlardan oluşan hareketli bi labirentin içindesin ve her saniye sürekli yer değiştiren koridorları yakalayıp, ilerlemen gerekiyor. biraz dikkat, biraz öngörü, biraz şans, biraz sezgi, e biraz da cesaret gerekiyor tabi..
öyle ki, bi saniye geç fırlasan olduğun yerden, az önce geçebileceğin genişlikte olan koridor ilerledikçe daralıp seni sıkıştırabilir. ya da biraz azsa cesaretin, sağdan bağıra bağıra üstüne gelen minibusten ürküp yavaşlayabilirsin, o O.. minibüs tabi ki yavaşlamıycak, korkup hızını kesmesen üstüne çıkmıycaktı aslında, tüh!
sonra hislerinin kuvvetli olması şart, biraz önce yanından delicesine geçen o araç var ya, hani birazdan ışıklarda yakalayacağın, belediye otobüsünden hallice cip. yanından geçerken bile huzursuz etti değil mi içini? ışıklarda onun dibinde durmamalısın. ....gördün mü? nasıl da çıktı ışıklardan, yoldan geçmeye devam eden insanlara aldırmadan.
sadece burnunun ucuna bakma, daha ileri bak. araçların nasıl ne yöne doğru salındıklarını görüyor musun? hı hıı.. minicik hareketlerle aksi yöne girmeye çalışan saat 3 yönündeki meganı gördün mü? sağa kıvrılan şu dar koridoru kullanıp ona doğru ilerlemelisin. yaptığı saçma hareket yüzünden etrafında araçların geçemeyeceği ama senin geçebileceğin bir boşluk oluşturacak birazdan.
üstelik istanbul trafiği de tıpkı ateri oyunları gibi levellardan oluşuyor.
bir etabı geçip biraz soluklandıktan sonra hooop diğer zorlu parkur. bölüm canavarı tabi ki maslakta. maslak'ı geçtin mi bir üst seviyeden devam ediyorsun yolculuğa..
çok eğlenceli, işe gitmek hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı.
herkese tavsiye ederim.

15 Ekim 2010 Cuma

salyangoz olmanin dayanilmaz hafifligi

yagmur geceden beri aralıksız yağıyordu. hem öyle çisil çisil de değil, bütün gece gayet yüksek perdeden duyulmuştu şarkısı.sabah da aynı tempoda devam etti seranatına. kadın işe gitmek üzere evden çıktığında havanın harika olduğunu farketti. aydınlık, berrak ve ılıktı. bi yumuşaklık vardı havada, insan, tenine değdiğini hissediyordu. huzur ve mutluluk kapladı kadının kalbini. ruhu kıpır kıpır,bedeni salınarak yürüdü yağmurda. dünya barışını sağlamış bir lider kadar memnundu hayattan.
yağmur, temposunu bir düşürüp bir yükselterek tüm gün devam etti şarkısına.
kadın, kah elinde kahve, kah fonda bir müzik, sürekli ıslanan bahçeyi izledi, dış etkenlerden sıyrılabildiği her fırsatta.
sonra birden, sabahtan beri salyangozları düşündüğünü farketti. yağmurdan çamura dönmüş, üzerinde bir cm su birikmiş toprağın üzerinde, kabuğuna saklanmış salyangoz. bahçenin yosunlanmış ıslak duvarının toprakla kesiştiği köşede duvardan yukarı doğru uzanmış salyangoz. bahçenin köşesinde duran patlamış futbol topunun porsuyup yamulmuş kenarına yaslanmış keyif yapan salyangoz.
sonunda bu görüntüleri bir kenara bırakıp bu defa farkında olarak düşünmeye başladı onları. sürekli gözünün önüne gelen bir belgesel karesi vardı aklında, öpüşen 2 salyangoz, birbirine yapışmış dansederek öpüşen.. onlar hakkında pek de birşey bilmiyordu demekki. ama bu belgeseli izlemişse bilgisinin de olması gerekmez miydi? unutmuştu herhalde. O'da google'layıp, salyangozlarla ilgili ne varsa okudu tek tek.
okudukça daha da sevdi bu şirin hayvanları. tiplerini hep beğenirdi zaten, sarmal kabukları, uzayıp kısalan antenleri çok estetikti ona gore.
okuduklarına bakılırsa hayatları da son derece güzel görünüyordu. tam da bugünkü gibi ıslak ve ılık havaya bayılıyorlardı tabi ki. ama asıl ulusal bayramları yağmurun ardından başlıyordu. bağ bahçe allah ne verdiyse girişip, yağmurdan nasiplenip uzamış filizleri tüketiveriyordu bu kımıl zararlıları. havalar istediklerinden soğuk mu gitti? evinin kapısını bir zarla kapatıp, ister yarı toprağa gömülerek ister bi ağaca yapışarak dalıveriyorlardı kış uykusuna. sıcak yerlerde yasayan türlerde de aynı rahatlık hasıldı. hava çok sıcak ve kuraksa hoop bu defa da yaz uykusuna. üstelik bu uyku halini abartıp arsızca 4 yıl uyuyanı bile vardı. 'bir salyangozun ömrü en fazla kaç yıl olabilir ki uykusu 4 yıl sürsün' derken, 20 yıl yaşayanının bile olduğunu öğrendi bu sümüklülerin. tüm bu sefahat yetmezmiş gibi bir de hermafrodit çıkmasınlar mı? tek çiftleşmede 2 taraf birbirini dölleyebildiği gibi, isterlerse de döllemeyi ya da döllenmeyi seçebiliyorlardı üstelik.
salyangoz olmak bayağı çekici geldi kadına. en azından bugün, insanlara hissettiğinden daha yakın hissediyordu kendini onlara.
eve dönerken biraz ıslandı yağmurda. sonra sıcak bir duş alıp, saçlarını kurutmadan girdi yorganın altına. yarı rüya, yarı bilinç halindeki zihninden birkaç kelime duymayı başardı kulak kabartan kadın.
..nemli, ılık bir kış uykusu...ben zaten eskiden bir salyangozdum...en az 3 ay buradan çıkmayacağım...çocukken sürekli burnum akardı zaten...
sonra birden sıçradı yorganın altında, uykusunu bölmeden. küçük narin kabuğuna yaklaşan bir ayak mı görmüştü acaba?

13 Ekim 2010 Çarşamba

yagmurdamlalari ve ofisçalisanlari











yd1: AAAAAaaAAAAAaaaaAAAAAAaAAaaaaaaaaAAA...
yd2: yeter! neden bagirip duruyorsun.
yd1: ...
yd1: cok eglenceli ama.
yd2: yahu zaten su an yaptigimiz sey son derece eglenceli. dunyaya dusuyoruz. izlesene! yaklasan su agaclara, catilara bir bak.
yd1: bakiyorum zaten. harika gorunuyor bence de. hatta yer cekimi asilip seklimi uzatmaya calisirken, ruzgarin sarfettigi cabayla hatlarimi yuvarlak kilmasi da bambaska bir keyif.
yd2: ee e. gayet eglenceli iste.
yd1: ama bi sure sonra sikiliyorum biraz..bagirirken kendi sesimin titreyerek uzaklasmasini dinlemek hosuma gidiyo, hem gozlerim kisildigi icin baktigim goruntu de degisiyo ve yeni bir seye bakmaya basliyorum boylece.
yd2: tey allahim..dusmekten sikilan yagmurdamlasi mi olur? bu senin doganda var. hasta misin?
yd1: ya tamam ben de seviyorum iste zaten dusmeyi. hem ben ozumde bi su damlasiyim. yagmurdamlasi diyerek sinirlaman cok sacma. yani aslinda okyanusun bir parcasi, bir yapragin uzerinde biriken cig tanesi, bir adamin yuzune yapisan bir avuc su, yeni yikanmis bi kopegin titreyen tuyleri arasindan firlayip yere dusen bir damla da olabilirim.
yd2: evet de.
yd1: ve tabii sen de. icinde bulundugun duruma bu kadar tutunmana ne gerek var ki.
yd2: ama bagirmak hicbir su damlasinin dogasinda yok bi kere.
yd1: kim biliyor?

o esnada ofiste:

çi1: YiiiuuugggviiiooooııııyyiiiiieeaaaAAAAAAA....
çi2: AAAAyyhh.. noluyo be!
çi1: hiic. rahatliyorum bagirinca.
çi2: sen rahatliyosun da ben geriliyorum duydukca.
çi1: sen de bagir. hem cok eglenceli.

11 Ekim 2010 Pazartesi

dedi-dedim

- neden korkuyorsun birini uzmekten bu kadar? mutluluk, karsiliginda bedel odenmesi gereken bir sey degil.
- bu soyledigin, aslinda cok dogru.

3 Ekim 2010 Pazar

seytan'in aski

Seytan oyle asikti ki tanriya, her anini onunla gecirmek istiyordu.

onu surekli yaninda, icinde hissediyordu, tanrinin da kendisini
surekli icinde hissettigini biliyordu ama digerleri gibi yetinemiyordu
bununla.
tanri, daha cok, kendi cocuk benliginden karmisti Seytanin hamurunu.
kendisi gibi oyuncuydu O'da.
bu yuzden cok eglenirlerdi beraberken. ama yine bu yuzden sabirsizdi
Seytan, bu yuzden yetinemezdi hic hissetmekle.
istedigi an olsundu hersey. ilgilenilsin, simartilsindi her daim.
tipki en basinda oldugu gibi, tanrinin onu ilk yarattigi zamanlarda,
birlikte kurduklari oyunlardaki gibi. yine hic yanindan ayirmasin istiyordu onu. birlikte oynamak, planlara dahil olmak istiyordu her daim.

tanrininsa bir evreni vardi. gozetlemesi gereken koca bir dunyasi. ve
sinirsiz yaratma gucu.

sikilgandi tanri. surekli yeni yeni SEYler yaratip, onlarla oynamaya bayilirdi.

simdi de şu insani, yaratmisti iste.. ustelik cinsiyet diye de birsey
uydurmustu bu sefer.
biri kadin digeri adamdi bu yeni oyuncaklarin. tanrı islerine hic karismadan
izliyordu onlari sadece.
birbirlerinden iki adim uzaklasamayan su yarim SEYler. ancak
dipdibeyken bir butune benziyorlardi Seytan'a gore.

o elmayi yememelerini neden istemisti sahi?

kesin altinda cok eglenceli bir oyun vardi bunun da. ama dahil
etmemisti bu sefer onu tanrisi. oysa ne guzel eskiden...

bir sure daha yakininda olmaya calisti Seytan tanrinin. o
insanciklarini izlerken Seytan da izledi.
O insanciklarinın anlamsiz hareketlerine kahkahalarla gulerken
anlamaya calisti neden eglendigini.
bulamadi. ve tanri oyle dalmisti ki insanlarin oyununa Seytan'a hic
donup bakmadi.
biliyordu Seytan tanrinin onu hala sevdigini, hissediyordu. ama artik
onu da diger meleklerini sevdigi gibi uzaktan sevdigini de
hissediyordu.

bu his Seytan'in icine ilk doldugunda, yasak elmanin altinda uzanmis birbirine
dokunuyordu insanlar. yarim bedenlerini birlestirmenin yollarini arar
gibi.

'onlari neden 2 ayri bedene koydun' diye sordu Seytan tanriya.
'aramayi ogrenmeleri icin' dedi tanri.
'neyi?' diye sordu seytan.
'beni' dedi tanri. 'siz her zaman beni icinizde hissedebilirsiniz ama
onlar ancak butun olmayi basardiklarinda bana ulasacaklar.
ve bana ulasmak icin surekli birbirlerini arayacaklar.'

tanrinin insanlara duydugu sevgiyi hissetti Seytan. kendinin onlardan
ne kadar farkli oldugunu anladi.

ve gidip insanlari anlamaya calisti. guzelliginin Adem'i buyuledigini
gordu, cocuksu dogalliginin Havva'yi kendine cektigini.
surekli yanlarinda dolasti ve tanrinin simdi bu oyundan daha da keyif
aldigini gordu.
Adem ve Havva bir sure sonra Seytan'i birbirlerinden daha yakin
hissettiler kendilerine. onun tek basina butunlugunu goruyor ama
anlamlandiramiyorlardi. ve ona hayran olarak kendi yarimlıklarını unutup, birbirinin eksikliğini hor görüyordu ikisi de. ama yine de ayrilamiyorlardi.
Seytan yanlarindan ayrilirdigi an da korkup yine birbirlerine sokuluyorlardi.
Seytan ikisini de cok seviyordu artik cunku tanrisinin oyununa birkez
daha dahildi şimdi. tanri onu izliyordu, biliyordu.

Havva birgun yasak elmayi sordu Seytan'a,
'bu koskoca cennette her istedigimizi yapiyoruz da neden o elmayi
yiyemiyoruz Şeytan?'
'bilmem' dedi Şeytan.
'bizim icin yasak yok, yasak sadece siz insanlar icin.'
Havva dusundu. belki de dedi o elma bizi butunleyecek olan elmadir.
'belki de sadece Adem ve ben yemedigimiz icin boyle muhtaciz birbirimize.
belki yersek biz de senin gibi olur,birbirimizden ayri da yasayabiliriz.'
Seytan bilmiyordu gercekten. o elmayi yerlerse ne olacagini da, neden
yememeleri gerektigini de.
ama merak ediyordu. tanrinin cocuk ruhundan dogan masum bir merak.
'belki' dedi sonunda.
ve Havva o gece Seytan yanindan ayrilir ayrilmaz, birbirlerinden uzak
olduklarinda da butun hissedeceklerine dair garanti vererek ilk
isirigi Adem'e aldirdi elmadan.

iste o an tanri cok ofkelendi. insanlarin birbirinde bulacagi
butunlugu bozdugu icin Seytan'a, arayislarini dogru/yanlis demeden her yolda surdureceklerini gordugu icin insanlara.

ve ucunu de geri donmemek uzere kovdu cennetinden.

Seytan oyle asikti ki tanriya, onun ilgisine daha yakin olmak icin
katilmisti sadece insanlarin oyununa.
onun masum cocuk merakindan aldigi nasiple butune ulasamayacagini
bildigi halde durdurmamisti Havva'yi.

Şeytan oyle asikti ki tanriya, sevemezdi artik hicbir varligi, kolaydi artik seytan olmak, Tanri'nin huzurundan kovulduktan sonra.
20.9.10

22 Eylül 2010 Çarşamba

şeftali ve kahve (tahirle zühre gibi hani)


şeftali, yumuşacık cildi, tatlı kokusu, sarıdan kırmızıya her tonda sıcacık renkleriyle yerleşmişti mutfak tezgahının üzerine. tüm cazibesiyle parlıyordu beyaz porselenin içinde. güzelliğinden mütevellit kurum kurum kurularak izliyordu mutfağın
türlü alet edevadı arasında gelip geçenleri. bir an göz göze gelince, kesmeşeker kavanozu pürüzsüz metalinde yansıyan şeftaliye gözkırptı hevesle- göz kırpmak dediysek, milimetrik bir hareketle, dairesel parlak yüzeyi üzerinde yarattığı bir ışık oyunuydu bu tabiki- görmezlikten gelip metal kavanozu çok ciddi birşeyle ilgileniyormuş gibi penceren dışarı bakmaya başladı şeftali. çenesini 70 derece açıyla yukarı kaldırmış havalı bir kadın edasıyla gökyüzünü izlerken, birden şaşkınlıkla titredi. kuruntusundan uzaklaşıp mutfağa dönüverdi o anda. bir süre havayı kokladıktan sonra yanındaki bıçağa dönüp, 'bu koku da ne kuzum' dedi. bıçağın cevap vermesini bekleyemeyecek gibi görünüyordu şeker kavanozuna -bıçağın ne kadar ağırkanlı olduğunu biliyordu tabi parlakmetalkavanozcuk-
kokunun geldiği tarafa doğru hafifçe yuvarlanmış, çizgili yanağının üzerinde
duruyordu şimdi seftali.
'filtre kahve' dedi şeker kavanozu, kahveyle yıllardır yanyana duruyor olmak kendi tercihiymişcesine gururlanarak.
fokurtular arasında damla damla biriken kahveyi gördü o an şeftali. büyüleyici kokusuna ve adına yaraşır siyah-kahve rengine dalip gitti.
'hey dostum' diye seslendi şeker kavanozu kahveye,
'şu parlak şeftali sana bayıldı ha!'
kahve şeftaliye baktığı an da demliğe düşen damlası aynen geri sıçrayıp, cam demliğin duvarlarına yapıştı hayretle. o sıcacık canlı rengi, yumuşacık bir his veren yuvarlaklığı.. dibe çökmüş tüm partiküllerini havalandırdı kahvenin.
kahve damlaya damlaya tüm demliği doldurana kadar izledi/kokladı onu şeftali, kahveyse düşen her damlada gereğinden fazla dalgalanarak birikti demliğinde yavaş yavaş.

sonra o geldi. suskun ve iletişim kurmaktan hiç hazetmeyen bıçağı bir
eline, kuruntusundan sıyrılıp neredeyse sempatik bi arkadaşa dönmüş şaşkın şeftaliyi diğer eline aldı.
heyecanla yükseldi şeftali tabaktan, yuvarlak bir hareketle bıçağın onu soymasına aldırmadan kahveye bakıyordu hala. kahveyse bir çıplak şeftaliye bir tabağa düşen kıvrılmış kabuk parçalarına bakıyor, demlikten taşıp kabukların arasına karışmak
istiyordu.
soyma işlemi bitince bir başka porselen tabak çıkarıldı ortaya, ve şeftali gelişi güzel parçalara ayrılarak tabağa düşmeye başladı. kahve, parçalanmış şeftalinin içindeki kırmızı,turuncu,sarı harelere,dikenli çekirdeğine, kıvrılmış kabuklarına, parçalandıkça ortalığa yayılan kokusuna.. kısacası herşeyine hayrandı.
bıçak lavaboya düşüp, eller yıkanınca ayrılık vaktinin geldiğini anladı ikisi de. şeker kavanozu bile hüzünlenir gibi oldu biraz, onun şeftaliye olan hayranlığı da azımsanamazdı sonuçta. ama o sevmezdi böyle burnu büyük, şatafatlı tipleri. diğ mi ya.
ellerin, tabağı alıp gitmesi beklenirken, üzerinde Kafka baskısı olan porselen bir kupa alıp kahve doldurmaya başladıkları görüldü.
sadece nesnelerin duyabildiği heyecan çığlıkları arasında, bir elde kahve kupası bir elde şeftali tabağı ayrıldılar mutfaktan..

hava puslu bugün.

büyüyoruz,
büyüdüğümüzü farketmeden.
herşey olup bittikten sonra
farketmek ne kötü!

6 Eylül 2010 Pazartesi

uyanmak guzel de olabilir.

cok uzun zamandir lanet ederek cikiyordun yataktan sabahlari.
hayata bakip, dokunmuyor,
dokunup tadmiyor,
tadip yutmuyordun, ya zehirliyse diyerek.
bugun birsey degisti. unutma diye yaziyorum.
korkma, kendini hatirlamaktan cekinme, durma, devam et diye.

3 Eylül 2010 Cuma

eskiden

Derin bi kuyuysa ask
Ben seninle en dibine indim.

1 Eylül 2010 Çarşamba

düz ol.


baktığında ne görüyorsan o'dur.
duyduğunda ne anlıyorsan o.
yaptığında ne hissediyorsan o aslolan.
alt anlam aramaktan, nedenlerini düşünmekten vazgeç çocuk!

yingyang


penceremin onundeki agac,salındıkca ruzgarda,
mırıltısından uykum geliyor.
açık camdan girerek, tenime dokunup,
koridora dogru uzandıkca ruzgar,
kalbim hafifliyor.
dogayı hissedince ben,
ruhum dengeleniyor.
ama yazık, doga hissedilemiyor artık her zaman.



30 Ağustos 2010 Pazartesi

gençlik ve zafer bayramınızı kutlarım efem

sabah şarkı söyleyerek uyandım,
bayram ya ondan heralde bu neşem..

söylediğim şarkıyı da başlığa tıklayarak dinleyebilirsiniz, tabi becerebildiysem.
başlığa ilk defa link veriyirım da.

29 Ağustos 2010 Pazar

bir pazar


tatsiz uyandim yine bugun. ne gerek vardi uyanmaya hissiyle bir saate yakin dondum yatakta. sonra vaktin bosa gectigine dair ic sikintimi atamayip ciktim mecburen yataktan. internet araciligiyla sosyallesmeye calistim kisa sure. kim ne demis, ne yapmis, ne dinlemis.. paylasmak guzel dedi icimden bi ses ve ben de paylastim dinledigim sarkiyi. ne gerek vardi dedi yine digeri. ama paylasmis oldum artik. biraz gazetelere baktim yine netten. gazete okumak beni mutsuz ediyor. fazla kaptiriyorum kotu haberlerin nedenlerine. atmosferimi dunyanin kotulukleri sariyor sanki. ondan da vazgectim daha da sikilmis bi sekilde. arkadasim aradi, cik artik sokaga ozledim diye. annemi bekliyorum dedim. bugun annem gelecek. annemi aradim daha cok varmis gelmesine. olsun ben gene de bekliyorum. terraryumu temizledim 1 saat ugrasip. artik hayvan beslemek istemiyormusum gibi geldi bir an. bazen boyle cok zor geliyor besledigim hayvanlarla ugrasmak. ama yine de duramazsin evde hayvan olmadan dedim kendime. hic hayvansiz bi evin olmadi ki simdiye kadar. hem gercekten seviyorum kaplumbiklerimi. ama keske kis uykusuna falan yatsalarda soyle bi 3 ay gozume gorunmeseler.. terraryumla cebellesirken, Sili'de topragin altinda aylarca kurtarilmayi bekleyecek adamlar geldi aklima. 30 kisiyle, yerin dibinde, ufacik bi delikte aylar gecirecek olmak ne kadar korkutucu. biri hasta olsa hepsine bulasabilir, biri cinnet gecirse hepsini oldurebilir. ben orada olsam kendimi oldurmeye calisabilirim. gece yok, gunduz yok, saat yok, gun yok. zaman kavraminin disinda daracik bi delikte.. sadece kendinle ve sadece senin kadar aciz digerleriyle..cok korkutucu gercekten. ayni haberi tv de ilk gordugumde sevincten ciglik atmistim, hatta gozlerim dolmustu. simdi kendimi herhangi birinin yerine koyunca olmek daha iyi olabilirdi gibi geliyor.. oradan cikabilenler icin hayat bambaska olacak herhalde. umarim cikabilirler.. ay palas diye bi blog onermisti baska bir arkadasim. gunluk playlistler yayinliyor, ne guzel. 23.08 icin yayinladigi playlisti siraladim groovesharktan. ruh halime de uydu dogrusu, iyi gidiyor daha 4. parcadayim. keske butun bloglar bu kadar faydali olsa:) bisey yazmaya baslamistim bir hafta once. devam edemiyorum. kafami bi toplasam, ne iyi olacak..

22 Ağustos 2010 Pazar

gandhi der ki..


Söylediklerinize dikkat edin düşüncelere dönüşür...

Düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür...

Duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür...

Davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür...

Alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür...

Değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür...

Karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür...

6 Ağustos 2010 Cuma

konuş..yoksa ruhun sessizliğe karışır


hava gri, sıcak ve yapış yapıştı. ağırlığı insanı yoruyordu her saniye..
intihar düşüncesini getiriyordu kızın aklına sürekli. ölmek isteyip istemediğini düşündü bir süre. zihninde ölümden çok, kaçıp gitmek gibi bir tınısı olduğuna karar verdi intihar kelimesinin. ama yine de üstüne düşünmekten alamadı kendini. ölümün karşılığı da mı aynıydı yoksa?
bazı günler ölüm korkusuyla dolarken içi, bu gibi günlerde neden hissizleşiyordu ona karşı?
'kimse onu arayamaz, şu an annesini kaybetti' dedi kadın..
herkes sustu.
'kimse onu arayamaz, şu an annesini kaybetti' diye tekrar etti kız içinden. son iki kelime vurgulu ve yüksek tonda çınladı kafasında.
havadaki ağırlığı düşündü, topraktaki nemi, gözyaşlarını..
ve bembeyaz çarşafların içinde yavaşça soğuyan bir beden geldi gözlerinin önüne. tanıdık bir bileği saran elini gördü. kendi ısısıyla orada tutmak istediği o ruhu hissetmeye çalıştı bir kez daha.
kalbi önce iyice büzüşüp küçüldü, sert minicik bi cevize döndü sanki. sonra şişip büyümeye başladı, önce kendi çeperini sonra da göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi geldi kıza.
'çok zor' dedi sonunda.
çok zor.
sap-
lan-
tı-
.

20 Temmuz 2010 Salı

imdat

son 4 saattir büyük bir hızla yaşlanıyorum.
saniye saniye farkediyorum ölüp karanlık dumanlara dönüşen hücrelerimi.
sayıları arttıkça önce ruhumun sonra tüm dünyanın rengi soluyor.
'öyle sanıyor olsan da herzaman durduramazsın akan bir nehri' diyor içimden sessizce yükselen bir ses. onun haksız olduğunu düşündükçe kalbim daha çok sıkışıyor, beynim bir fırıldak gibi dönüyor kafatasımın içinde. bedenim çoktan kabullenmiş bu fısıltının zırvalarını demek ki, ben karşı koydukça o da kendi silahlarını döküyor önüme.

13 Temmuz 2010 Salı

gün arası

öğlen vakti 3 duble rakı
bu kadar güzel gösterebiliyorsa hayatı
ne kadar kötü olabilir ki özünde herşey.
ya da alkolik olmasın da ne yapsın bu özden?

5 Temmuz 2010 Pazartesi

yağmur

bulutlar toplanıyor gözlerimde,
bu iki günlük sıkıntılı havanın ardından bi yağmur şart.

25 Haziran 2010 Cuma

farkettim ki

insan evladinin tutunacagi, kendini seven, inandigi insanlar varsa duzgun biri olmak kolay,
kolaysa tek basinayken dogru insan ol!
oooo hayir ozunde herkes yalnizdir geyigini cekemeyecegim su an.
netice de herkes kendini kandirabilir, dis etkenler de ikna ediciyse.. evet insan ozunde yalniz olmayabilir.

20 Haziran 2010 Pazar

cupss

denize düştüm
hala biraz ıslağım
bakalım ne zaman kuruyacağız

10 Haziran 2010 Perşembe

buyudum ben

bir 9 hazirani daha bilincimizi yitirene kadar icmek suretiyle devirdik.
gecmis olsun

5 Haziran 2010 Cumartesi

ruya tabirleri ve kaplumbagalar

ruyamda butun evi su basmisti ve heryerde birbirinin ayni su kaplumbagalari yuzuyordu.
umuk'u bulmaya calisiyordum aralarinda.
uyanip baktim, umuk'un yanaginda koca bir topir var.
netten arastirdim ortakulak iltihabiymis.

bana kuplumbaadan anlayan veteriner buluuuuuuuuuuuun:(

1 Haziran 2010 Salı

delileer..simdi gozumde canlandilar

eve gelip bizim Erkan Simsek'in 'hayatindaki deliler' ile ilgili yazisi gorunce cok sasirdim ve beğendim. şaşkınlığım benim hala onlardan hic bahsetmememden kaynaklıydı. büyük ilgiyle izlerim çünkü hala delileri:)
benim hatirladigim ilk deli:

cumhuriyet amca
henuz ortaokul yaslarimdaydim. bej rengi pardesusu ve yarim sag kolu altina kistirdigi cumhuriyet gazetesiyle, gordugu her gence seslenirdi 'cumhuriyet amca'.
bu vatanin bizim elimizde olduguyla, ne zorluklarla kurulduguyla ve ne mukemmel sahislar oldugumuzla ilgili laflar ederdi. nerde gorsem gulumseyer dinlerdim cumhuriyet amcayi. her ne kadar tekrar olsada sozleri oyle kendinden emin ve oyle dogru konusurdu ki.
kolunu korede kaybettigiyle ilgili rivayetler donerdi hakkinda. hakkinda ne soylenirse inanirdim. yeterki iyi niyetli soylemler olsun.

tasla konusan deli
eskisehirde ogrenciydim. bir gun baglardaki evimden okula yururken yolun kenarinda gordum amcayi. bagdas kurup oturmus, yanina buyukca bir tas koymustu. gayet hararetli anlatiyordu tasa. bir sure duraksadim dinlemeye calistim anlattiklarini. ama uzun surmedi iki eski dostun muhabbetine kulak misafiri oluyormus suclulugunun gelmesi. uzaklastim bende.
bir gun memleketten eskisehire giderken tren istasyonundan ciktigimda gordum amcayi. soguk buz tutmus kaldirima bagdas kurmus, ayakkabilarini da yanina koymus anlatiyordu yine.

devamini sonra yazicam uykum var.

30 Mayıs 2010 Pazar

pöti kahvalti

artik yaz geldi ya, eve giresim gelmiyor.
acik havada olayimda ne yaparsam yapayim kafasindayim yine. kendimi biraz biliyosam bu boyle 3-4 ay gider.
bugun yine spor cikisi eve girmemek icin turlu bahaneler ureterek istiklalde yuruyordum. once istiklalin sonuna dogru -neredeyse tunelde- acilan, gecen gun farkettigim salataci geldi aklima. hem bayyaaa da uzak, guzel olur gidip bi salata yiyim dedim. o niyetle asagi dogru salinirken, adini hala bilmedigim, istiklalden siraselvilere cikan, hani su bissuru cin/japon lokantalarinin oldugu sokaga cekiliverdim. cok severim o sokagi, arada bir gecesim gelir:)
yolumu epey saptiracagi kesin olan bu sokaga girerken icten ice salata yemekten vaz gecmis oldugumu anlamistim zaten.
tam sokagin siraselviler cikisina yaklasmistim ki 10 metre geride gordugum 'pöti kahvalti kafe' ye girip kahvalti etmek istedigimi farkettim. hemmen dondum tabi geri.
iceri girdigimde 7-8 kisilik bir kadin guruhu ve 2 amca uzun uzun bana baktilar. mekanin sahibini algilamak icin epey bakindim ama son derece israrci ve gulumseme dolu bakiyordu her biri. sonunda saatin aksamustu 16:45 civarinda olusundan huzursuz, sikilarak 'pardon, hala kahvalti var mi? ' diye sordum icerideki kalabaliga.
'tabii tabii'... 'ahmeet, bir bakin oglum' .... 'buyrun buyrun siz soyle oturun' seklinde her kafadan bir sesle, secilen masaya oturtuldum.
amcalar 'e hadi hadi biz gidelim' diyerek ortamdan 3-4 teyzeyle beraber ciktilar. tanimadigim birinin evine gitmiscesine huzursuz, saskin bekledim. sonra ahmet oldugunu sandigim bey gelip beni selamladi ve menuyu getirdi. iceri de kalan 3 teyze sirayla hosgeldin merasimini tekrarladiktan sonra, yine sirayla kusura bakmayin acilisimiz vardi da gibi laflar ettiler.
mekanin ilk musterisi oldugumu idrak edince panik dalgasinin nedenini cozerek rahatladim hatta bi sevindim niyeyse:)
teyzelerden tontis olan Ahmet'in annesiymis, eski gumruk muduresiymis kendisi, Ahmet'te muhendismis aslinda ama isi gucu birakip bi arkadasiyla beraber burayi acmislar.
deniz baykalin sex goruntulerini, bill clinton-monika levinsky ornegi ile karsilastirarak siyasetcilerin cok bozuldugu sonucuna ulasan teyze ise gazeteciymis efem..
aile sicakliginda bir aksamustu kahvaltisi yapmayali epey olmus:)
ayrica kahvalti tabagi ile gelen 'yunan biberi' isimli zeytinyagli biber karisimi pek lezizdi.
Ahmet ve ortagina hayirli olsun der, tontis annesinin yanaklarindan operim.

7 Mayıs 2010 Cuma

veda valsi


artık veda et şen izci, sen arkadaşına
gidiyorsun iştirak et, veda valsine...

bu ateş ile kampımız sona eriyor,
gelecek sene kamp yine bizi bekliyor..

marşıyla ağladığım kamp ateşlerini hatırladım:)

22 Nisan 2010 Perşembe

kafam biraz dağınıkmış:)

geçen haftasonu hiç hesapta yokken bir Buket Uzuner kitabı aldım.* daha önce 2 kitabını okumuş(tabiki en bilinenleri)beğenmiş ama ben bu hatunu takip ederim diyecek kadar da ileri gitmemiştim. yok hala o noktada değilim:) ama kitaptaki bazı kısımlar dikkatimi çekti doğrusu.

öncelikle kitabı almamın tek nedeni arka kapak yazısının son cümlesiydi;

herkesin yaşamında çıplak günler vardır;
savunmasız,iddiasız,direnmesiz,
gösterişsiz,öylece.. yalın ve kendi halinde.
içine kimsenin kabul edilmediği,
alınmadığı, hani o 'en yakınlar'ın bile..

bu kitaptaki öyküler benim en çıplak günlerimde yazıldılar.


o 'en yakınlar'ın bile uzakta bırakıldığı günlerde, başkaları ne düşünüyor acaba merakıma hemen yenilmemem bana yakışmazdı.
en nihayetinde, az önce bitirdiğim kitapta o günlere ait hissiyatını, kafasında dönüp dolaşan düşünceleri fazlasıyla hikayeleştirerek veren BU'ya saygı duydum.
arka kapak yazısında bahsedileni hisleştirmiş kişiler hikayenin zeminindeki çakıl taşlarını birbir ayıklayabilirken, o hissi bilmeyen insanlar sadece ilginç hikayeler okuduklarını düşünecektir.
yazıya başlarken amacım bambaşka birşeyden bahsetmekti, bu biraz firisıtayl oldu:)

neyse başa dönersem..
bazı kısımlar dikkatimi çekti doğrusu.
ben hayatta başımıza gelen şeylerin tesadüf olduğuna pek inanmam(biraz inanırım mı demek istedim burda?)
örneğin, daha önce hiç bilmediğim birşey öğrendiysem, onu öğrendiğim andan itibaren o konuyla ilgili pek çok şey çıkar karşıma. (hadi ama 'algıda seçicilik' demeyin, ikisi arasındaki farkı ayırd edecek kadar çok yaşadım bunu)bu bir süre böyle devam eder ve zamanla biter. bu durum bana şu hissi verir hep. sanki o konuda benim bilmem gereken birşey var ve minik tesadüfi oyunlarla o şeyi öğrenene kadar karşıma çıkmaya devam edecek.

of bağlayamadım bi türlü konuyu firiistayl günümdeyim net..

dikkatimi çeken kısımlardan bahsedicektim oysa ama şu an ordan çok uzağım:)
maalesef lost'a yapılmasından çok korktuğum 'genel bir son'la bitireceğim yazıyı..

bu kitabı almam tesadüf değildi bence.

*ayın en çıplak günü

17 Nisan 2010 Cumartesi

manyak taksici

İşe geç kalmanın stresi ve -son zamanlarda yapmaya çalıştığım ekonomi hareketine ters düşerek- taksiye binmeye karar verişimin vicdan azabıyla metrodan çıktım.
tam da çıkış kapısının karşında duran taksiye doğru adımlarımı hızlandırmışken, taksicinin 'gel babanın kucağına' duygularıyla bana baktığını farkedip, 'çek gözünü be adam geliyorum işte' diyen iç sesimi belli belirsiz bir gülümsemeye dönüştürdüm.
laptopuma, kol çantama ve elimde taşıdığım montuma sahip çıkmaya çalışarak zar zor kendimi arka koltuğa attım ve 'tarabya'ya gideceğiz. ferahevler üzerinden' dedim.
birkaç saniye sonra, henüz kendimi sakinleştirmişken, taksicinin 'şu an bu takside oluşunuzun tesadüf olduğunu mu düşünüyorsunuz?' sorusuyla mallaşarak, aynadan adamı kesmeye başladım. uyku mahmurluğu ve akşamdan kalmalığı da sayarsak, aklımdan geçen uçsuz bucaksız düşünceler çerçevesinde bu soruya verecek hiç bir yanıtım yoktu.
taksici de, (bundan sonra ona Ben diyeceğim, egosuna ithafen) aynadan bir süre bana baktıktan sonra cevap vermeyeceğimi anlamış olacak ki devam etti.
'Benim profesyonelliğim ve tecrübem sayesinde şu an bu taksidesiniz'
(ulan yataktan çıktığım andan beri başımdan geçen onca talihsizliğin hiç mi etkisi yok, saati kapatıp uyuyakalmasam, ilk giydiğim tshirte sinir olup giyecek başka birşey aramasam, akbili unutup eve dönmesem ve tüm bunlar sonucunda bir saat önce burada olsam gene mi sana denk gelicektim)
Ben ile iletişim kuramıyordum. öyle kendinden emin ve aynadan gözümün içine bakarak konuşuyordu ki. sadece dinlemem gerektiğine karar verdim.
'bu işi yapan arkadaşlar bana soruyor, ''sen nasıl bu kadar çok müşteri alıyorsun?'' diye ...tecrübe, profesyonellik.. ben profesyonel taksiciyim, 14 yıldır bu işi yapıyorum. mesela, ben biliyorum, metro 5 dakkada bir var, ona göre hesaplıyorum. tam metronun çıkış saatinde orda oluyorum. diğerleri erken geliyo, geç geliyo. erken gelsen trafiği tıkarsın, bekleyemezsin orda. ben tam vaktinde geliyorum. hiç boş gitmem. kesin alırım bi yolcu. yani tesadüf değil. siz geldiğinizde ben de yeni gelmiştim. beklemedim yani orda, ben geldim hemen arkadan siz geldiniz. çünkü biliyorum hangi saatte olduğunu metronun.'
sözünü bitirip 4 saniye kadar aynadan gözümün içine bakmaya devam eden Ben' e birşey söylemem gerekiyordu. aklımdan sadece 'vay be bayyaa manyak bu' düşüncesi geçtiği için yine cevap veremiyordum.
sonunda zar zor 'bravo' demeyi başardım. 'demesem daha iyiydi koskoca adama' diye düşünürken, Ben devam etti; 'yani, sözün kısası, en iyisi benim'
o kendinden emin sırıtışıyla hala gözümün içine bakarken, kendimi tutamayıp kafamı çevirdim. camdan dışarı bakarak, 'anam vallaha deli, biraz daha kendimde olsam şimdi ne muhabbet dönerdi bu adamla, tarihi bir an ı kaçırıyorum şu an' diye düşünürken, Ben muhabbetten koptuğumu anlamış olacak ki, bir eliyle benim baktığım yönü göstererek
'mesela şu adam' dedi.
önce Ben' e, sonra dönüp şu adama baktım. 'o da bir saf işte' dedi Ben ve devam etti; 'bizim duraktan o da ama saf, bak bomboş gidiyo. bilmiyo ki. baksana zaten, oturuşa bak, oturuşundan belli, saf.' Ben haklıydı. o nası oturuştu öyle? şu adamdan birşey olmazdı doğrusu.
ciddiyetinin ve kararlılığının etkisine kapılarak sonunda hak vermeye başlamıştım Ben'e.. şu adam profesyonel değildi, bunu tartışmak bile anlamsız olurdu.
'eee, peki o kaç yıllık taksici?' dedim merakla. '32' dedi Ben. '32 yıllık taksici ama saf işte, 32 yıl çalışmış ama.. oturuşa bak, böyle bomboş gider işte'
tecrübeyi bu kadar önemseyen Ben'in adamın 32 yılını zart diye harcaması güvenimin tekrar sarsılmasına neden oldu sanırım.
'deli deli, bayyaaa deli bu' dedi içimden bi ses..
ardından bir de ferahevler sapağını geçip tarabya sahile doğru yol almakta olduğumuzu farkedince.. eee inene kadar trip attım tabi ki Ben'e.. en iyisine de yolu biz tarif ediceksek, ohhooo o....

dip nöt: eski türkler şaman cübbesine ''manyak'' derlermiş. bunun konumuzla alakası yok tebi.

3 Nisan 2010 Cumartesi

insan

büyümeli.

20 Mart 2010 Cumartesi

bir ecaip özden

son zamanlarda sürekli hüzünlüyüm.. hüzün lafı da kullanmayı pek tercih ettiğim bi laf değildir ama ruh halime bakınca en uygunu bu görünüyor. en sık karşılaştığım; sıkılmak, daralmak, mutsuz olmak değil çünkü hissettiğim. eksikmişim gibi.
minicik şeylerden keyif alıp bunu yaşam enerjisine dönüştürerek, etrafıma ışıltılar saçabilen biri olduğumu biliyorum. normal şartlarda, etrafında olduğum insanların yaşamdan daha çok keyif almasını sağlayabiliyorum bence. ama şimdi içimde bi mekanizma bozulmuş gibi sanki. enerjim kendime bile yetmiyo. minik şeylerden keyif almayı geçtim, çok defa farkedemiyorum bile onları. etrafıma enerji dağıtmaksa ancak eski bir anı olabilir şu an. dediğim şu ki mutsuz değilim aslında, yok gibiyim daha çok. sanki ben silindim de izim kaldı sadece.
mutsuzluğu, sıkkınlığı, afakanı, stresi, keyfi, neşeyi, şımarıklığı, eğlenceyi gayet iyi tanıyorum da. bu bi değişik geldi. napıcamı bilemedim bu hissiyatla.
geçmesini bekliyorum bende.

14 Mart 2010 Pazar

'gelince üstüste gelir' derler ya..

gelince üstüste gelir.

9 Mart 2010 Salı

Küp Kafa'nin yeni evi var

iste bu 'umuk' .

benim minik kaplumbagam. son 5 bucuk yildir birlikte yasiyoruz.
kimse tek soyleyiste anlayamadi henuz adini. umut,ufuk ya da yumuk diyen cok.
hatta anlasalar bile agizlarina yakistirip soyleyemezler bu ismi bi turlu.
annem osman der mesela, babaannem sultan derdi:)
ama ben onu ilk gordugum an da koydum adini ve daha cok yakisan baska bir isim de olamazdi zaten. adinin nerden geldigini soyleyince siz de hak vereceksiniz bence..
umuk bana yeni geldiginde minik olan bir kuzenim vardi,
-hala var tabi ama artik minik degil-
kuzenimin cok sevdigi ayse bebegi, 2 haftalik bir kaybolma macerasindan sonra koltugun altina sikismis olarak bulundu. ne yazikki uzun sure koltugun altinda kalan aysenin kafasi yamulmustu ve eski formuna hic kavusamadi. benim sirin kuzenim kafasi yamuldu diye bebeginden vazgecicek degil ya.. minik bi farkla devam ettiler hayatlarina, 'ayse' oldu 'umuk ayse' . bu aysenin yamuldugu halde hala ayni derecede sevilmesi cok hosuma gitmisti o zaman, ustelik 'yamuk ayse' gibi korkunc bi isim de kuzenimin konusmayi tam cozememesi yuzunden pek sempatik bi hal almisti..
gelelim bizim 'umuk'a.. bu kup kafali bana hediye geldiginde, hemen elime alip evirip cevirmeye basladim. ve verdigim ilk tepki 'aaaa umuk buu' oldu. zavallimi petshoptaki kardesleri biraz hirpalamis meger. kafasinda bir delik, kabugunda da catlakla kipir kipir minicik biseydi. kabugundaki catlak yuzunden de sirtinin bi tarafi yuksek bi tarafi cukurdu. ama gordugum en kipir en cici kuplumdu yine de:) zamanla (yoksa sevginin gucuylemi heh) once kafasi iyilesti, buyuyup kabugu sertlestikce de yamuklugu azaldi. ama adi o dakkadan sonra 'umuk' kaldi.
bunca zamandir da minicik kutusunda palmiyesiyle yasadi durdu.. artik emekliye ayrilip mutlu olma zamani gelmisti yani..
ve iste bu da onun yeni evi:)
palmiyeden de vazgecmedik:)
yardimlari icin ismail ve gulsun'e de sevgilerimizi sunuyoruz tabii:)

19 Şubat 2010 Cuma

babaannim

babaanne elinde büyüyen son kuşaklardan olduğum için çok şanslıyım.
çünkü babaannelerin/annanelerin büyüttüğü çocuklar 'özel'dir.
nedeni çok basit, öncelikle, bu ihtiyarlar, çocuklarının çocukları olduğunuz için sizin çok özel olduğunuzu düşünür ve buna uygun davranırlar size. ikincil neden ise; herzaman onları annenizden babanızdan daha çok önemsemenizi istedikleri için herşey mübahtır yanlarında.
eh bu şartlar altında özel hissetmemek ne mümkün..
herhangi bir konuda aile büyüklerini arkana aldıysan sırtın yere gelmez çocukken.
doğumumdan başlarsak;
daha ilk günden gıcık bi insan olduğumu ortaya koymak adına olsa gerek, anne sütünü reddetmişim ben. duruma içerleyen annem, tabiki dahiyane bir fikirle, kendi sütünü içene kadar beni aç bırakmaya karar vermiş. neyseki babaannem var, annem lohusalıkla uğraşırken gizli gizli beslemiş beni.. canım:)
yemek konusunda bu uyuzluğum 9 yaşıma kadar sadece sütle beslenmemle devam etti. bu defa da çöp kız gibi ortalıkta dolaşmamı tek yönlü beslenmeye bağlayan annem, sütü yasakladı tabii. neyseki hemen alt katta babaannem var, gizlice bana süt verip anneme yemek yediğimi söyleyecek kadar da cesur üstelik..
sonra (bilmem bu yetersiz beslenmeden mi) 2 hafta arayla hasta olurdum ben çocukken. annem işe gider, tvnin karşısına hazırladığı hasta yatağımın yanındaki sehpaya yiyecek ve ilaçlar bırakırdı. 39 derece ateşle nasıl yemek yiyebilirim allasen.. neyseki babaannem saat başı gelip kontrol ederdi beni. 2. gelişinde hala hiçbirşey yemediğimi görünce sorardı; 'ne istersin? onu alalım' şişmiş bademciklere aldırmadan gazoz ve gofretleri götürürdüm annem gelmeden.
babaannem yasak diye birşey olmadığını öğretti sanırım bana, canım istediğinde istediğim şeyi yapabileceğimi. aynı zamanda bunun başkalarını (annemi) üzeceğini de öğretti belki bilmeden. bilmeden, hem şımarık olmayı, hem şımarırken başkalarını da düşünebilmeyi.. böylece bazı dengeleri kendi kendime kurmam gerektiğini öğretti aslında.
babaannem gitti.
rahat uyusun..

13 Şubat 2010 Cumartesi

acaba mı?

























bazen, annemin sandığı kadar yabanileşmiş olabilir miyim diye düşünüyorum.
ama yok anneler abartır hep!

5 Şubat 2010 Cuma

sinking boat


gün geçmiyorki ilginç bir vaka yaşamıym..


bu sabah metroda suratımı cama yapıştırmış, acaip rüyamdaki kontrolden çıkmış ve evim sandığım kayığın, gelecek kaygısı dışında ne gibi gizli korkularımı sembolize ettiğini düşünüyorum. hipnozda olsam bu kadar uzak olurum yani dünyadan..

o esnada yanımda oturduğunu bile farketmediğim bir insan kişi koluma dokunarak 'bakar mısınız?' diyor. düşünmeden emre uyup bakıyorum. gözgöze geldiğimiz anda, ufak tefek 40lı yaşlarında bir kadın 'bana iş bulsana' diyor bu defa. Ben kafamı çevirene kadar, uzun süredir birbirimizi tanıycak zaman geçmiş gibi samimi!

sallanan botta ayakta durmaya çalışırken birden tosladığım bu soruya vericek hiçbir cevabım yok. aslında bu bi soru da değil. bi süre kadına, sorada vagondaki diğer yüzlere bakıyorum. evet gerçek hayattayız. o zaman durumu ciddiye almalı. büyük bi çaresizlik hissi doluyor içime tabii çaktırmıyorum(bilinçli değil otomatik). ne iş yaparsın diyorum teyzeye. sanki elimde türlü iş varmış da uygun elemanlar arıyor muşum gibi ciddi.

teyze mutfakçı.. yemek,çay,temizlik herşeyi yapıyo. aslında şu an bi işi var ama sigortasını yapmıyo pis patron. e emekliliğine kalmış şurda 5 yılı, sigortalı bi işi olsa. leventte mantıköyü restaurantta çalışıyor..tüm bu bilgilerin arasında 3 cümle arayla tekrarlıyor.. 'bana sigortalı iş bul' keşke kafamı çevirip bakmak kadar kolay uygulayabilsem bu emri de.

diyeceğim o ki varsa sigortalı mutfakçı arayan haber verin.

27 Ocak 2010 Çarşamba

komik


kedi köpek taşlayan yaramaz çocuklar, uzaylı taşlayan masum köylüler, polis taşlayan zavallı eylemciler, şeytan taşlayan müslüman hacılar misali.. erkek taşlayan kızlar oluşumu başlatsam diyorum. gördüğümüz yerde taşlasak bunları. sokağa çıkamasalar, korkudan arabaların arkasına saklanarak, binaların saçaklarından sürünerek yürüseler. hahahahaa.. yazık lan, yapmam:)

panikatak

düşünceler minik kar taneleri gibi dağılmış durumda yine kafamda.
hepsi birbirinden farklı ama aynı yerden çıkıp saçılmışlar ortalığa, biri eriyip giderken benzer bi diğeri alıyor yerini. herhangi birine yoğunlaşmak mümkün değil, ancak durup karşılarında izleyebiliyorum. ama kar yağışını izlemek gibi sakinleştirmiyo bu insanı, aksine..
sert bi cisimle başıma vurup, bayılma isteği duyuyorum sadece.

26 Ocak 2010 Salı

7 faydali o gun cocuklar gibi sendik

7 faydali o gun ilyas bassoy'u yendik:)

24 Ocak 2010 Pazar

pirildiyor sokak


her yer bembeyaz:) uzun suredir gormemisiz bu manzarayi meger. isitmasi olmayan bi evde yasayan benim, bu duruma bu kadar sevinmem yersiz gibi gelebilir ama her ne kadar ususemde sacma bi huzurla doldum ben soguk yuzunden:)
eskiden de hep cok soguk olurdu kislar, heryer kardan bembeyaz olurdu, disardan eve geldiginde bi ohhh cekerdin.. ocak ayinda kar yagar ve hava buz gibi olur. bizim bildigimiz buydu bu gune kadar. sanirim o yuzden (bilincaltimdan yukselen) bi husu icerisindeyim. 'hersey yolunda, keyfine bak' diyor surekli ic ses. hic evden cikmak istemiyorum, hic de sikilmiyorum, sicak kahvem, kitabim, arada uyuyup uyuyup uyanmalarimla.. sokaktan kartopu oynayan cocuklarin sesleri geliyo gecenin su saatinde bile, iste bu! en kisa zamanda cikip bir de kardanadam yapmaliyim, dedem olsa ohhoo coktan diktisti boyu kadar kardanadami bahceye:)

yerlesik heyhat

bu sabah yine servisi kacirmis oldugumun bilincinde, onumde Tarabya'ya kadar uzanan yolun tum sikintilarini kafamda ardarda ardarda ardarda yasayarak metroya yururken uzaklasiverdim kendimden bi anda. her zamanki gibi bulanik dusunce akisimin arasindan farkedilmemesi imkansiz bir sekilde,parildayarak geldi 'neyin pesindeyiz' dusuncesi. bu sogukta, 3 vasita degistirerek zar zor ise ulastiktan sonra, aksama kadarki 10 saatimi yine bosu bosuna harcayacaktim. sirketimin adinin aksine yine faydasiz bi dunya sacmalikla ugrasip yorgun ve tatmin olmamis halde, ayni sogugun icinde ustelik hava kararmisken eve donecektim.
-ne icin?
-hayatta kalmak.
-yalan.
kendi yalanima inanmadigimi farkeder etmez, bilincsizce, bi magara kadinini oynamaya basladim icimden..
henuz gunes dogmadan, ustelik buz gibi sogukta uyanip, sonmemesi icin zaten dogru durust uyuyamadigim atesi canlandirdim biraz. son kuru et parcasini isitip kemirdim guzelce. o esnada 3 gundur avda olan magaramin adaminin donup donmeyecegini dusundum kisa bi sure, sonra unuttum. viyaklayan bebegide emzirip(o zamanlar dogum kontrolu yok tabii) bi deri parcasiyla ustume bagladiktan sonra yiyecek birseyler bulmak icin ciktim magaradan.
yagmur durmus neyseki..ama bu kis gercekten soguk gececek..
nehre dogru yurudum biraz.. hava acik, topragin uzerindeki sise bakilirsa bugun biraz gunes bile gorecegiz.. yakinda kar yagmaya baslayacak ama..o en sevdigim tombik kahverengi mantardan karlar kalkana kadar bulamayacagim artik. son hasadi toplamanin tam zamani bugun. belki magara adaminin sevdigi huni mantardan bile bulurum birkac tane.. nehrin kenarindan ormana kadar yurumem gerekecek gerci ama olsun..yeterince hizli olursam karanlik bastirmadan eve donebilirim...
-ne icin?
-hayatta kalmak.
-hahh..

14 Ocak 2010 Perşembe

güç bende artık:P

SSRI'ın gücü adınaa
ben Shera'yım..