22 Eylül 2010 Çarşamba

şeftali ve kahve (tahirle zühre gibi hani)


şeftali, yumuşacık cildi, tatlı kokusu, sarıdan kırmızıya her tonda sıcacık renkleriyle yerleşmişti mutfak tezgahının üzerine. tüm cazibesiyle parlıyordu beyaz porselenin içinde. güzelliğinden mütevellit kurum kurum kurularak izliyordu mutfağın
türlü alet edevadı arasında gelip geçenleri. bir an göz göze gelince, kesmeşeker kavanozu pürüzsüz metalinde yansıyan şeftaliye gözkırptı hevesle- göz kırpmak dediysek, milimetrik bir hareketle, dairesel parlak yüzeyi üzerinde yarattığı bir ışık oyunuydu bu tabiki- görmezlikten gelip metal kavanozu çok ciddi birşeyle ilgileniyormuş gibi penceren dışarı bakmaya başladı şeftali. çenesini 70 derece açıyla yukarı kaldırmış havalı bir kadın edasıyla gökyüzünü izlerken, birden şaşkınlıkla titredi. kuruntusundan uzaklaşıp mutfağa dönüverdi o anda. bir süre havayı kokladıktan sonra yanındaki bıçağa dönüp, 'bu koku da ne kuzum' dedi. bıçağın cevap vermesini bekleyemeyecek gibi görünüyordu şeker kavanozuna -bıçağın ne kadar ağırkanlı olduğunu biliyordu tabi parlakmetalkavanozcuk-
kokunun geldiği tarafa doğru hafifçe yuvarlanmış, çizgili yanağının üzerinde
duruyordu şimdi seftali.
'filtre kahve' dedi şeker kavanozu, kahveyle yıllardır yanyana duruyor olmak kendi tercihiymişcesine gururlanarak.
fokurtular arasında damla damla biriken kahveyi gördü o an şeftali. büyüleyici kokusuna ve adına yaraşır siyah-kahve rengine dalip gitti.
'hey dostum' diye seslendi şeker kavanozu kahveye,
'şu parlak şeftali sana bayıldı ha!'
kahve şeftaliye baktığı an da demliğe düşen damlası aynen geri sıçrayıp, cam demliğin duvarlarına yapıştı hayretle. o sıcacık canlı rengi, yumuşacık bir his veren yuvarlaklığı.. dibe çökmüş tüm partiküllerini havalandırdı kahvenin.
kahve damlaya damlaya tüm demliği doldurana kadar izledi/kokladı onu şeftali, kahveyse düşen her damlada gereğinden fazla dalgalanarak birikti demliğinde yavaş yavaş.

sonra o geldi. suskun ve iletişim kurmaktan hiç hazetmeyen bıçağı bir
eline, kuruntusundan sıyrılıp neredeyse sempatik bi arkadaşa dönmüş şaşkın şeftaliyi diğer eline aldı.
heyecanla yükseldi şeftali tabaktan, yuvarlak bir hareketle bıçağın onu soymasına aldırmadan kahveye bakıyordu hala. kahveyse bir çıplak şeftaliye bir tabağa düşen kıvrılmış kabuk parçalarına bakıyor, demlikten taşıp kabukların arasına karışmak
istiyordu.
soyma işlemi bitince bir başka porselen tabak çıkarıldı ortaya, ve şeftali gelişi güzel parçalara ayrılarak tabağa düşmeye başladı. kahve, parçalanmış şeftalinin içindeki kırmızı,turuncu,sarı harelere,dikenli çekirdeğine, kıvrılmış kabuklarına, parçalandıkça ortalığa yayılan kokusuna.. kısacası herşeyine hayrandı.
bıçak lavaboya düşüp, eller yıkanınca ayrılık vaktinin geldiğini anladı ikisi de. şeker kavanozu bile hüzünlenir gibi oldu biraz, onun şeftaliye olan hayranlığı da azımsanamazdı sonuçta. ama o sevmezdi böyle burnu büyük, şatafatlı tipleri. diğ mi ya.
ellerin, tabağı alıp gitmesi beklenirken, üzerinde Kafka baskısı olan porselen bir kupa alıp kahve doldurmaya başladıkları görüldü.
sadece nesnelerin duyabildiği heyecan çığlıkları arasında, bir elde kahve kupası bir elde şeftali tabağı ayrıldılar mutfaktan..

4 yorum:

  1. ...okuduğum en sürükleyici,en muzur en keyifli, en kendimi kahvenin yanındaki şeker kavanozu hissiyatlı(kahveyle yıllardır yanyana duruyor olmak kendi tercihiymişcesine gururlanarak.) hikayelerden..
    ben kahveyi şekersiz mi içsem; şeftaliyle kahve mi yemesem ya da gruba mı girsek onu bilemedim ama.. dizzt kısa devre!!
    :))

    YanıtlaSil
  2. hikayenin özünü anlamamışsın ama kankacım bundan sonra kahve ve şeftali beraber yensin demek istiyor yazar, sevenleri ayırmayalım:)
    tişkür ederim, beğenmene de pek bi sevindim:)

    YanıtlaSil